Cumartesi

"Şiirde en yaban, yalnız, güvensiz, geceyi, şiddeti, kötüyü, zamanı tanıyan sesimle konuşuyorum."

Serpil Gülgün: Sanatın değişik disiplinlerinde ürünler veriyorsun. Şiir, bu disiplinlerden yalnızca birisi mi, yoksa özellikli, farklı bir niteliği mi var, senin için?
Hakan Akçura: Şiir, her zaman, öncelikle bir iç konuşmadır benim için. En çıplaklaştığım yerde kendimi arayışım.. Yaratırken, izleyeni, okuyanı en umursamadığım alan. Belki de bu umursamama yüzünden tüm katmanlarımla, kendimi, kendime en yakın yerde ifade ettiğim tek biçim... Şairlik, başından bu yana, lanetli, uyumsuz, evrensel iktidar kimlik ve rolleriyle çatışmalı, insanlık kültürünün en arkaik tartışmalarında saf olmaktan vazgeçmeyen bir oluş noktasıdır. Benim için aynı zamanda yaratımımda bir denge, sanırım. Örneğin plastik sanatlarda, izleyicinin varlığını, hatta oluşturduğum sanat etkinliğine katılımını umursayan, çağıran bir tavrım var. Aynı zamanda “sanatçı seçkinciliği”ne karşı, onlara kendi hayatlarının en sıradan etkinliklerinde bile sanata dair olanı bulabileceklerini söyleyen, onları bu olanaklılığa çağıran kışkırtıcı bir nitelik... Şiirde ise, en yaban, yalnız, güvensiz, geceyi, şiddeti, kötüyü, zamanı tanıyan sesimle konuşuyorum. Diğer sanat etkinliklerimin niteliği ile bir bağ, belki bir tek, algıya yöneliş biçimimle ilgili kurulabilir. Yine çağrışım ve okuyanın kendi yaşam bilgisiyle şiiri benden uzak, bilemeyeceğim bir yerde yeniden üretmesine izin vermeklik... Ama bu kez bu yöneliş biçimim, bir seçim değil; zaten iç-dilim kesikli, aksak, kırık aktığı için kendiliğinden böyle...

SG: "Aksak Kuş” 1989 ile 1994 yılları arasında yazdığın şiirler... Başlıksızlar ve hepsi tek sayfada biten kısalıktalar... Ama kapakta bunları “şiirler” değil de, “şiir” diye tanımlıyorsun, neden?

HA: Ayrı ayrı 81 şiir oldukları gibi, aralarında kurulabilecek yatay ve dikey yüzlerce bağlantı ile tek şiire doğru yolaldıkları için... Aynı dönemde, dili kullanma biçimimle, bunlardan oldukça farklı bir düzlemde akan birçok şiiri bu kitaba almadım. Onların toplamı da belki bir gün “şiir” denilerek yayınlanacak.

SG: Her şiire denk gelen bir desenin var. Kimi şiirlerinde, desen ile şiirin ögeleri arasında doğrudan bağlar kurulabilse de, birçoğunda bu çok zor ya da olanaksız...
HA: Evet, çünkü o desenler benim için “şiiri okumayı destekleyen şiir desenleri” değil. Her biri, şiirin yazıldığı zamana dönülerek ve o hava yeniden solunarak yapıldı. Öyle ki, kimileri o havayı yeniden soluyup, desenini de yaptıktan sonra, koşa koşa “şimdi”ye dönülmesi gereken dönemlerdi. Desenin kuşattığı zamanın ögeleri ile şiirin nesnel ögeleri çok az yerde çakıştı.

SG: Neden kendin basmayı seçtin? Bu durum, dağıtımda ve tanıtımda sana zorluk çıkarmayacak mı?
HA: Tek bir yayıneviyle, o da yıllar önce görüşmüştüm. Şiirleri çok beğenip öven editör, bana, “daha önce hiçbir dergide yayınlamamış olmamın” ve “şiir çevrelerinden uzaklığımın” olumsuzluğunu aşmamı; önce birkaç dergide birkaçını yayınlatıp sonra da sözü geçen belli bir eleştirmenin, -katılmasam da- uyarılarıyla kimi değişiklikler yapmamın ardından kitabı basabileceğini söylemişti. O gün önermediği, ama önerebileceği, birkaç gece birkaç içki masasında, kimilerini gururlandıracak sohbete katılmak ise daha kesin bir çözümdü aslında... Kimi meclislerin varoluş haline çok uzağım; seçimimin nedeni bu ve sonuç olarak içim çok rahat...

SG: Şiirinin anlaşılamaması sorunu ile karşılaştın mı?

HA: İlk tepkilerin hemen hemen yarısı, anlamak ile ilgili sorunu içeriyordu. Duymak, sezmek, içinde yürümek, hissetmek, anlamaktan önde tuttuğum algı, ilişki biçimleri... Şiirimin dili de galiba bana uygun... Ama “en anlayamayanların” bile şiirimle “anlayamadıkları” bir ilişki kuruyor olmaları, benim için sevindirici...

(Mayıs 1996'da Negatif dergisinde çıkan söyleşinin kesintisiz metnidir.)

Hiç yorum yok: